Yayın Tarihi:04 02 2008 02:53(4971)

 

Tabaklının Deresi, Boyabat Yolu Neresi?

Yok, canım, ne gezer?  Benim Boyabat’la ne alakam olabilir ki? Onlar biraz kel, biraz fodul, kara gobalak, yoz adamlardır. Siz öyle misiniz? Boy pos sizde, kaş göz ona keza…

Endamınız selvi, saçlarınız sırma. Yüce rabbim yaratırken iltimas geçmiş. Boyabat’ı ve Boyabatlıları sevdiğimi neden inkâr edeyim?  Aman ne komik espri? Tutmayın da katıla katıla güleyim bari. Neymiş efendim? Boyabat’a vadın mı? Lo lo yidin mi? Hey ya yidim… Herkes Boyabat’a sanki leblebi yemeye gidiyor. İşi gücü bıraktım. Boyabat’a kebap, leblebi,  tak tak helva yemeğe gittim.

Hem gittiysem gittim size ne canım? Aklım esti, gidip şu Boyabat’ın tarihi ve turistik yerlerini göreyim dedim. Kazın ayağı sizin bildiğiniz gibi değil.  Yortandan asker arkadaşım Cemal’ın anası rahmetli olmuş. Cenazesine yetişemedim, bari gidip şuna bir baş sağlığı dileyeyim dedim. Cemal’la ayda yılda bir karşılaşırız. Sinop’a gelince sağ olsun aramadan sormadan geçmez.

Gerçi bizimkinin Sinop’a gelmesi de genelde hayra alamet değildir. Ya hastaneye, ya  muhtarla Köy Hizmetleri Müdürlüğüne ya da cenazeye gelir. Köyünün Aydoğan olduğunu bilirim. Bilirim bilmesine de hepsi bu, bir kereliğine olsun gitmişliğim, kapısını çalmışlığım yok. Her karşılaştığımızda buna gücenir. “Fakiriz, yabanız diye gelmezsin. Gel, korkma ben seni rahat ettiririm. Altına yün döşekler sererim, koç bilem keserim. Yeter ki sen bir kere yanıl, çık gel.”der. Asıl derdim rahat edemeyeceğim değil. Siz bilmezsiniz, oraların yolu izi çok beterdir.  Yürüme gitmeye niyetlensem,  alimallah adamı yolda köpekler paralar. Duyan, gören, yetişip kurtaran bile olmaz. Kemiklerini bulursalar şanslısın. Çok  abartıyorum elbette ama benim o yolları bir başıma yürümeye pek cesaretim de yok.

Bu sefer işin kaçar yolu yok. Her şeyi göze alıp, sabah Sinop’tan minibüse bindim. Şoför, şimdi aklımda kalmadı ama Kara Ali’mi, Gavur Ali ‘mi ne işte. Onun oğlu Hasan’dı. Boyabat’a sık sık gitmesem bile Hasan’ı tanırım. Üzerine basmadan, vurgulamadan, tonlamadan adı söylenip geçilmeyecek insanlardır. Yıllardır kar, yağmur, buz, çamur demez, Dıranaz’ı geçer. Köylü, kasabalı, okumuş, cahil, esnaf, memur herkesin kahrını çeker.. Yolcunun çişi gelir durur, kusacağı gelir durur, çeşme görünce birden susayası gelir o yine  durur. Bu yollara böyle adamlar lazım. Hasan’a “Arkadaş, ben Aydoğan köyüne gitçem. Nasıl gidilir, nerden gidilir.”diye sordum. O köye sadece pazartesi günleri araba bulunur. O gün kasaba pazarına inerler.  Ama bu gün ancak yürüme gidersin." dedi.

Demesine dedi ama derdime pek ilaç olamadı. Yol yakın olsa bekli de cayardım. Ama bir buçuk saattir yoldayız ve buraya kadar geldikten sonra zaten dönülmez. Bu kez iyice kararlıyım. Ölmek var dönmek yok. Araba bulamayacağım da belli oldu. At, eşek gibi arazi vitesli, canlı dört çekere de razıyım. Hiçbir şey bulamasam da yürüyeceğim.   Yer yarılsa, gök delinse bile Cemal’ın köyüne çıkacağım.

Hasan, beni Akçakese Karakolunun az aşağısındaki yol sapağında minibüsten indirdi. Neyse uzun etmeyeyim. Köye gidip Aydoğan’a nasıl çıkacağımı sordum. İyi olacak hastanın ayağına doktor kendisi gelirmiş. Birlikte Aydoğan’a gidecek bir arkadaş buldum. Köylüler yanımıza biraz ekmek, peynir verdiler. “Su da alalım.” dedim. “Boşuna yük etmeyin. Yolda su bulursunuz.” dediler Öğleye doğru iki ahbap köyden çıkıp yola revan olduk.

Yürü babam, çık babam, kısa molalarla akşama bir saat kala kan ter içinde köye vardık. Geçtiğimiz yerler Gökırmak kıyısındaki ova köylerin yaylasıymış. Yol arkadaşımdan hala yaylaya çıkan üç beş köy olduğunu öğrendim. Ama eskisi gibi değilmiş, sadece birkaç köy kalmış. Eskiden yaz geldiğinde buralar insan kaynarmış. Göç bütün köylerin belini büktüğü gibi sürülerini, büyükbaş hayvanlarını alıp ilk kar düşünceye kadar yaylada kalanların da on seneye kalmaz kökünü kuruturmuş.

Sürekli yokuş yukarı çıkmak yolculuğu çekilmez yapmasına rağmen manzara gerçekten harikaydı. Dik bir yokuşun bel verdiği yol kıyısında, bodur meşelik kuytusunda biraz uzun bir mola verdik. Meşeliklerin içinde başlayıp yoldan aşağıya ince ince sızan küçük bir pınarın başında oturup, kekik kokularını içimize çekerek peynir ekmek yedik. Bu fukara ziyafetini ömrümün sonuna kadar unutabileceğimi sanmıyorum. Peynir ve ekmek her yudumda baklava, börek oldu. Her yudumda bal, şerbet şeker oldu. Yıllardır başkaları anlatırken duyardım da inanmazdım. “O suyun başında tuz ekmek yersin. Ama bal yemiş gibi parmağını emersin.” derlerdi. Kesinlikle doğru söylüyorlarmış. Gerçekten anlatıldığı gibi yerler, anlatılandan daha güzel koyaklar vardı.

Yoldaşım Kemal Dayı yaşlı olmasına rağmen dinç bir adamdı. Ayaklarına yetişmek, onun yokuş yukarı yürümesine ayak uydurmak neredeyse imkânsızdı. Benim lapacı olduğumu anlayınca adamlarını ağırdan aldı. Yorulmadığı halde beni iyice telef etmemek için sık sık mola verdi. Köye varınca Cemal’ın evine kadar da götürdü. Köpekleri savuşturup elindeki değneği ile kapıyı çaldı. Alın şu emanetinizi, Size ta Sinop’tan misafir getirdim dedi. Cemal beni görünce çok sevindi ama hanelerinde yas olduğu için gülüp, şakalaşamadı. Tekrar tekrar sarılmasından, durmadan dinlenmeden “Hoş geldin.” demesinden sevincini hissedebilmek mümkündü. O akşam Cenaze evine komşu köylerden birçok ziyaretçi geldi. Konuşulanlar dönüp dolaşıp Cemal’ın annesinin ne kadar iyi bir insan olduğundan, yokluğuna alışmanın çok zor olacağından, mekânı cennet olsun temennilerine uzanıyordu. Evde son derece ağır bir hüzün havası egemendi. Baş sağlığı dilemek, kaybedilen birinin ardından insanları teselli edebilmek konusunda çok beceriksiz biri olmama rağmen ben de üzüntümü dile getirmeye ve ahirete göç eden kadına kabrinde huzur dilemeye çalıştım.

O gece beni komşu evlerin birinde misafir ettiler. Henüz sonbaharın başları olmasına rağmen dışarıda çivi gibi bir ayaz vardı. İnsanın tenini kuduz bir köpek gibi dişliyordu. Sinop’ta insanların hala denize girebildiği bir mevsimde burada köylüler evlerin soğuğunu kırabilmek için akşamları soba yakıyorlardı. Yol yorgunluğundan ve temiz havadan olsa gerek o gece yün yatak ve yorganların içinde deliksiz bir uyku uyudum. Sabah erkenden kalkıp içinde çıtır çıtır meşe odunları yanan kuzinenin başında kahvaltı ettik. Kahvaltı sofrası toplandıktan sonra kuzine başındaki tek tük konuşmalar derin bir sohbete giderken, Cemal gelip beni komşu evden aldı.


Boyabat’ta yayla adamları ile ovalılar gerçekten birbirinden farklıdır. Bu ayrımı sadece Gökırmak kıyısındaki verimli arazilerin insanlara sağladığı avantajlar bakımından ele almıyorum. Giyimleri, kuşamları, düğünleri, mutfakları bile farklıdır. Dağ köyleri içinde de varlıklı insanlar ve aileler vardır. Ama yaşam koşulları insanları daha çetin yapmıştır. Son yıllarda bu yortan köyleri neredeyse tamamıyla boşalmıştır. Çoğu İstanbul’a göç edip gittiler. Yazın köyler yine şenlenir ama kışın otuz kırk haneden sadece on beşi yerinde kalır. Ova köylerinin durumu da bundan çok farlı değildir. Yıllardır çeltik köylüye karın tokluğu bile sağlayamamaktadır.

Cemal beni geceyi geçirdiğim misafir evinden alıp kendi evlerine götürdü.  Aklımda misafirliği sonlandırmak, izin isteyip Sinop’a dönmek vardı. Bunu söylemeye utanıyordum. “Kırk yılın başında bir geldin. Kaçar gibi gitmek mi istiyorsun?” demesinden korkuyordum. İşi kendi haline koy vermeye, Cemal’e uymaya karar verdim. Sanki gözlerime bakıp aklımdan geçenleri okumuş gibi “ Bu gün biz senle Boyabat’a inelim,”dedi. Annesine ölümünün yedinci gününde okunacak mevlit için bir şeyler almak lazımmış. Anlamam ki; şeker, pirinç, yağ, tuz, et falan gibi şeyler işte. Cemal’ının babası ile vedalaşıp caminin ilersindeki yamacın başında minibüse bindik. Minibüs sepetler, çuvallar, boş benzin bidonları, boş tüpler, çocuk, kadın ve erkeklerle tıka basa dolunca yola koyuldu. Resmen insanlar birbiri üstüne oturuyordu. Minibüs tıka basa dolmasına rağmen on dakika kadar da bir başka yolcuyu bekledi. Adam “Beni almadan gitmeyin .”diye akşamdan şoföre haber göndermiş. Çok yolcu almak, çok para kazanmak bir yana buralarda minibüsçüler kimseyi kolay kolay yolda koymazlarmış.

Sıkış tepiş yolculuğun ardından Boyabat’a inince kasabada havanın köye göre yumuşak ve güzel olduğunu gördüm. Minibüsten inince Cemal “Birtat Lokantası’na gidip çorba içelim, paçayı güzel yaparlar.” önerisinde bulundu. Daha kahvaltının üzerinden en fazla iki saat geçmişti. Henüz acıkmamıştım. Açık havada mis gibi bir bardak tavşan kanı çay içebileceğimiz yer varsa, beni oraya götürmesini istedim. Gazideresi kıyısındaki belediye parkına gittik. Dereden yükselen duvarın kıyısındaki demir korkulukların yanındaki bir masaya oturup çaylarımızı söyledik. Ağustos sonunda çok yağmur yağmansa rağmen dere hala kuruydu. Eylül de pek fayda etmemişti. Bu sene kar yağmadan bu dere çocaşacak gibi görünmüyordu. Çamların gölgesinde çaylarımızı yudumlarken Cemal’a “Vaktin varsa bu gün Boyabat’ı biraz gezelim.”dedim.

Çayımızı bitirip biraz da keyif çattıktan sonra Cemal’la alış veriş için Orta Çarşıya gittik. Daracık sokaklarıyla, şekerci, kasap, nalbur, bakkal ve lokantalarıyla Orta Çarşı gerçekten ilginç ve güzel bir dükkânlar zinciriydi. Özellikle geleneksel cevizli, fındık ezmeli şekeri başka yerde tadamayacağımız farklı bir lezzet. Ayrıca başka yerde görmediğim fırında pişirilmiş kuzu kellesi satılan camekânlar vardı. Pişmiş kelleyi alıyorsun ve evin yolunu tutuyorsun. İster rakına meze yap, ister öğününe katık et. Ayrıca orta çarşıda el dokuması yöresel örtüler de satılıyor. Son zamanlarda büyük şehirlerde bu tür ürünler çok ilgi görüyor. Boyabat son zamanlarda kebabıyla fazla anılır olmuş. Her lokanta vitrininde sırıkta çevrilmiş kuzular görücüye çıkarılıyor. Bence Boyabat garajı önündeki mantar pazarı da başka yerde görebileceğimiz bir şey değil. Köylüler ormanlardan topladıkları mantarları taze taze toplayıp bu pazarda satıyorlar. O gün pazarda satılan yedi ayrı tür mantar saydım. Geyik mantarının görüntüsü oldukça ilginçti.

Bizim alış veriş çarşı, Pazar, kasap, manav, zahireci falan derken öğleni geçti. Aldıklarımızı Cemal’ın arkadaşı Ahmet ZEYTİNLİ’nin nalbur dükkânına emaneten bıraktık. Oradan Akdere mahallesinden geçip yeniden Gazideresi’ne çıktık. Demir köprü üzerinden çayı geçip Kalebağ’ın yolunu tuttuk. Akdere Mahallesi artık yavaş yavaş beli bükülmüş bağdadi yapılarıyla Boyabat’ın içinde farklı bir atmosfer yaratıyordu. İnsan bu yorgun evlerin yüz üstü bırakılmış, unutulmuş hallerine üzülmeden geçemiyordu.

Kalebağ Lokantası’na oldukça derin bir kanyondan kalenin altınki çayı izleyerek ulaşılıyordu. Yol sulama suyu kanalları boyunca ilerliyor, sonra kavaklık bir alanda sona eriyordu. Burası Boyabat’ın kalburüstü sayılabilecek insanların eşleriyle, çoluk çoğuyla geldiği bir lokantaydı. Temiz, bakımlı ama şehir içindeki lokantalardan da elbette biraz pahallıydı. Özellikle tavuk suyu çorba, et sote ve künefe benim için tam bir ziyafet oldu.  Yemeğin ardından çaylar eski günler diye başlayan sohbete eşlik ederken Sinop’a dönmek niyetimde olduğumu Cemal’a söyledim. Boynunu büktü;

-          Kal birkaç gün daha, acelen ne?

-          Israr etme gideyim. Yine gelirim.

-          Bir daha kolay kolay gelmezsin. Hazır gelmişken gitmesen.

-          Bırak gideyim. Söz yine geleceğim. Biraz zaman geçsin, acınız taze hem.

-          Gitmene içim hiç elvermiyor. Ama madem istiyorsun sen bilirsin.

Öğleden sonra üçe doğru Cemal’i üzmek pahasına minibüse binip Boyabat’tan ayrıldım. Nasılsa bir hafta bile kalsam aynı şey oyacaktı. Cemal yine gitme diyecekti. Yine arkamdan üzülerek bakacaktı ve beni gönülsüz uğurlayacaktı.

Minibüsün arka dörtlüsünde oturan iki kişi konuşuyordu. Konuştuklarının kendi aralarında kalması gibi bir dertleri yoktu. Herkes istese de istemese de onları dinliyordu. Önce hükümetten dert yandılar. Bu hükümet ne çitçiyi düşünüyormuş, nede esnafı. Çeltik dört senedir aynı paraymış. Hayvancılık ta hepten ölüp gebermiş. Esnaf çek senetle iş yapıyormuş. Piyasada para iyice kıtlaşmış. Yakında esnafın yarısı topu dikecekmiş. Millet dişini canına takıp dayanmaya çalışıyormuş. Vatandaş işine çevirmek için evini, arabasını gizli gizli satıyormuş. Çünkü burası küçük yermiş. Falanca evini sattı, batıyor denmesini, duyulmasını istemezmiş. Boyabat kalesini ve tünelleri kazıyorlarmış. Çevre düzenlemesi bahanesiyle altın arıyorlarmış. Kalenin altında yılan gibi birbirine dolanmış bir sürü dehliz varmış. Bütün dehlizleri açmışlar ama hiç altın çıkmamış. Bir bakıma da iyi olmuş. Boyabat’a turist gelirse kasaba üç beş kuruş kazanırmış.

Sonra iş siyasetten ve mahalli dedikodulardan futbola geçti. Bir ara yine çitçiliğe döndü. Yeni çıkan traktörler aynı lüks araba gibiymiş. İçinde kliması olanlar bile varmış. Ama ancak parası olan bunun keyfini sürebilirmiş. Mazot zaten yanına yaklaşılacak gibi değilmiş. Traktör alsan mazotu, mazot bulsan traktörü bulamazmışsın. Çeltik artık boşuna eziyetmiş. En iyisi bodur elma, bodur kiraz dikmekmiş.

Dıranaz’a doğru tırmanırken tünelde çalışan kamyonlara rastladık. Karıncalar gibi biri geliyor ötekisi gidiyordu. Kamyonlar taş, çakıl getiriyor kocaman makineler yola seriyordu.  Dere içinde kocaman bir toz bulutu öbeklenmiş öylece duruyordu. Biraz daha yukarı çıkınca Cemalettin ve Maruf göletlerinin görüntüsü ovanın ortasında iki kocaman ayna gibi parlıyordu. Gökırmak kıyısındaki söğütler ovanın üzerinde kalın yeşil bir çizgi gibi uzanıyordu. Bir süre sonra bu görüntülerin hepsi kayboldu.  Araba koyu yeşil göknarların arasından, serin bir akşama doğru akıp gitti.  Yaşadığım son iki günün ardından bende kala kala bir türkü kaldı. Duyulmamış, çok bilinmeyen, dilerlere dolaşmamış utangaç bir türkü…

Tabaklının deresi

Boyabat yolu neresi

Doktor gelmiş sarıyor

Sade kurşun yarası.

 

Tabaklının kayası

Cayır cayır yanası

Oturmuş da ağlıyor

Muhlisenin anası.


Seyfullah ÇALIŞKAN

Kasım 2005

Facebook'ta Paylaş

Yorumcuların dikkatine! Yasal Uyarı!

  1. Yorumlarınızı anlaşılır bir dille ve dilbilgisi kurallarına uygun olarak özenle yazınız. BÜYÜK HARF kullanmayınız. Tekrar okuyarak yanlışlarınızı düzeltiniz.
  2. Anlaşılmaz kısaltmalar yapmayınız.
  3. Lütfen yorumlarınızda terbiye dışı sözler kullanmayınız.
  4. Yazılan yorumların sorumluluğu yazarına aittir. Sonradan pişman olunacak hukuki sorunlarla karşılaşmamak için kişi veya kurumlara yöneltilmiş olan eleştirileriniz hakarete varmasın.
  5. Yorumlar denetlendikten sonra yayına verilecektir.
  6. Yazılarımızda yanlış ya da kusurlu bir konu bulunursa bunu lütfen bize bildiriniz.

Yukarıdaki Sözleşmeyi/Uyarıları kabul ediyorum.
'Evet' Yazın:
İsim:
E-mail: (isteğe bağlı)




Beni Unut
Yazı ve Haberleriniz İçin:
boyabatgazetesi@boyabatgazetesi.com
haber@boyabatgazetesi.com
adreslerine E-posta gönderebilirsiniz.
Nisan ayı ziyaretci sayısı:

332783


Tasarım:DtGaNi