Bitmekte olan temmuz ayının son günlerinde her yönüyle havalar çok sıcak. Havalar sıcak, siyasi ortam sıcak, daha önemlisi Türkiye ormanları cayır, cayır yanıyor, ormanlar sıcak. Her yer çok sıcak. Üç günde seksene yakın yerde orman yangını çıktı. Aynı anda çıkan bu yangınlar kazaen çıkan yangınlar olamaz. Bunu bilmesek de hepimiz tahmin edebiliyoruz birçok orman yangının bilerek çıkarıldığını.
Dedim ya her yönüyle havalar sıcak diye. Haber kanallarında da bu sıcak haberlerle dolu. Bu haberlerin mala, cana verdiği acılar yetmiyormuş gibi birçok haber kanalında da olaylara tek yönlü bakıyorlar. Acılarımızı bile siyasete alet ediyorlar. Gerçi bazı gerçekleri zamanında söylemek ve sormak gerekiyor. Yeterli yangın söndürme uçağımız var mı, yok mu?
İktidar yetkililerinden biri uçağımız yok diyor, bir de kullanılacak kapasitede değiller diyor. Ey iktidar bizi aydınlatın. Kurumda yangın söndürme uçağı var mı, yok mu? Niye gerekli tedbiri almadınız? Bir soru daha, bu yangınları fırsata çevirmeye çalışan kurumlara karşı tavrınız ne?
Kızılay her felaket anında olduğu gibi, ülkemizin yüze yakın yerinde hem de aynı zamanda denecek zamanlarda yangın çıkıyor. Ülkemizin ciğerleri ormanlarımız yanarken İBAN numarası verip para istiyor. İstenilen bu paralar ne zaman zarfında yangın söndürme aletine ve suya dönüşecek? Bugüne kadar ödediğimiz vergiler ne oldu?
Yangınlar nerede olursa olsun, hangi canlı zarar görürse görsün benimde canım yanıyor. Fakat bu iktidarın yaptıklarına güvenmediğim için Kızılay’a bir kuruş bile verme taraftarı değilim.
Acılarımızın siyasete alet edilmesine de taraftar değilim. Tam böyle bir durumda televizyonu kapatıp, havada da akşam serinliği başladığı için balkonda kitap okumaya başladım.
Okumakta olduğum kitabın bu bölümünde II. Abdülhamit’in öz kız kardeşi Cemile Sultan’ın torunu Prenses Mevhibe Celalettin’den bahsediyor. Yaşadıklarını anlatıyor. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçmeden önce, Kurtuluş Savaşı hazırlıkları içindeyken Mevhibe Hanım ile bir davette tanışırlar ve arkadaş olurlar.
Mevhibe Hanım, Nişantaşı’ndaki evinden İşgal İstanbul’unu şöyle gözlemlemiştir.
“Gün geçtikçe vaziyet kötüleşiyordu. Sokaklar, türlü asker ve neferlerle doluydu. Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Senegalliler, Hintliler, mağrur ve küstah sokaklarımızda dolaşıyor, türlü rezaletler yapıyorlardı. Her gün yeni bir vaka duyuluyordu. Filan yerde bir kadına saldırılmış, falan yerde adam öldürülmüş veya dövülmüştü. Bütün memleketi bir matem (yas) havası bürümüştü. Vaziyetin vahameti (güçlüğü) karşısında Babıali’nin (hükümetin) hiçbir harekete geçmemesi ve düşmanların her söylediğini kabul etmesi, her Türk gibi benim de ağrıma gidiyordu.” (Parola Nuh S.266 S. Meydan)
Mevhibe Hanım o günlerde neredeyse günümüzü anlatmış. “Filan yerde bir kadına saldırılmış” cümlesi içimi acıttı. Çünkü daha yeni bir tanıdığımızın kızı buna benzer bir saldırıya uğradı. Hem de yabancı uyruklu biri tarafından. Uzun süredir yoğun bakımda.
Suriyeliler yetmiyormuş gibi Afganlar ülkemize geliyor. Gelenlerin çoğunluğu taşı sıksan suyunu çıkaracak güçteler. Sınırlarımız yol geçen hanına dönmüş. Sen kimsin, nereye gidiyorsun diyen yok. Mit ne iş yapar?
Suriyeliler ise bayram günlerinde memleketlerine tatile gider gibi gidip geliyorlar. Ülkelerinde sorun varsa bayramlarda nasıl gidip gelebiliyorlar? Ülkelerine bayramlarda gidebiliyorlarsa sorun çözülmüş demektir. Ülkemizde ne işleri var? Kendi ülkemizde yabancı durumundayız neredeyse…
Sokağa çıkıyoruz onlar, sahile gidiyoruz onlar, sağlık kuruluşlarına gidiyoruz onlar, yani Suriyeliler. Hem de aynı boy ve aynı yaşlarda üç beş çocuk yanlarında. Yarın bu sokak, bu mahalle, bu semt, hatta bu ilçe bizden sorulur derlerse şaşırmayın. Çünkü şimdiden ülkemizde yabancıyız. Beş on yıl sonrasını düşünemiyorum.
Tamam zor zamanlarında kucak açtık. İnsanlık görevimizi yaptık. Bu insanlık görevinde bir sınırı olmalı. Kendi çocuğumun işi yokken, karnı açken daha fazla insanlık görevi yapmaya zorlamayın bizi. Bu görevi yapacak güç kalmadı artık. Sokaklar da Pazarlar da bazı siyasilerin anlattığı gibi güllük gülistanlık değil.
Yazıma N.Okan’ın sekiz kıtalık şirinin son dörtlüğünü yazarak noktalıyorum. Bu dörtlüğünde birçok şeyi anlattığını düşünüyorum.
Gelen geçen hanı oldu ülkemiz. / Cehenneme döndü cennet çevremiz.
Keriz yerine mi konduk şimdi biz. / Tükendi efendi, sabır tükendi.
Mustafa Gürleyen (01.08.2021)