

OSMAN ÇAKIR
01 Aralık 2025
Bazen insan, en derin sessizlikleri kendi içinde duyar.
Sokaklar kalabalık, şehir gürültülü, hayat koşuşturmalı görünür; ama içimizde tuhaf bir mezarlık vardır:
Bir zamanlar “insan” sandıklarımızın birer birer gömüldüğü, mezar taşlarının isimsiz bırakıldığı, yasının bile sessiz yaşandığı bir iç dünya…
Durmadan ölüyor içimizde insan bildiklerimiz.
Hem de bir anda değil… Usul usul, fark ettirmeden. Önce bir güven kırığıyla başlıyor her şey.
Bir söz veriliyor, tutulmuyor. Bir omuz olunacakken köşeye çekilip seyrediliyor. Bir “yanındayım” deniyor ama kimse gelmiyor.
Ve insan anlıyor:
Bazı insanların içimizdeki yeri, dışarıdaki varlıklarından çok daha çabuk çürüyor.
İnsanı en çok, en yakını sandığı kişiler yorar zaten…
Uzakta durana kızamazsın; o zaten uzaktır.
Yabancıya gücenmezsin; ondan beklentin yoktur.
Ama “insan” diye bağrına bastıkların… İşte onların vefasızlığı başka türlü çöker omuzlarına.
Öyle bir ağırlık ki, taşımak istemezsin; bırakmak da elinden gelmez.
Her gün bir parça daha ölüyorlar içimizde.
Bir bakışta, bir susuşta, bir yok oluşta.
Kimi zamansa hiçbir şey yapmazlar…
Sadece oldukları gibi kalırlar.
Ve sen fark edersin ki, aslında hiç tanımamışsın onları.
Meğer birer “proje insan”mışlar; senin iyiliğine göre şekil alan, senin merhametinle hayat bulan, sen beklentiyi kestiğinde bozulan.
Biz büyüdükçe insanlar küçülüyor sanki.
Çocukken her şeye inanırdık…
Bir el sıkışmanın namus olduğunu, verilen sözün yemin gibi ağır geldiğini, dostluğun “menfaat” kelimesiyle kirlenmeyeceğini sanırdık.
Sonra büyüdük. Büyüdük ve öğrendik…
Çoğu insan, karakterini bir kenara bırakıp çıkarlarına doğru koşmayı seçiyor.
İçimizdeki ölülerin sayısı arttıkça, hayattaki yükümüz de artıyor aslında.
Her biri bir hayal kırıklığı, her biri bir “ben bu kadar saf mıydım?” sorusu.
İnsana en çok kendi yanılgıları acı veriyor zaten.
Karşımızdakinin ne olduğu değil, bizim onları ne sandığımız acıtıyor.
Ama garip bir şey oluyor tüm bunların ardından…
Biri ölüyor, biri eksiliyor, biri gidiyor ve içimizde bir yerler ferahlıyor.
Çünkü bazı insanlar, içimizde yaşarken ölmekten başka bir şey yapmıyorlar…Sessizce tüketiyorlar bizi.
Belki de bu yüzden Yaradan bazı insanları gönlümüzden çekip alıyor; onlar gitmek bilmediği için değil, biz bırakamadığımız için.
İç dünyamızdaki o mezarlık aslında bir koruma alanı.
Ruhumuzu yeniden kötülüklerden koruyacak bir set.
Acı veriyor ama öğretiyor.
Yıkıyor ama güçlendiriyor.
Durmadan ölüyor içimizde insan bildiklerimiz…
Ve belki de bu iyi bir şey.
Çünkü kimse ölmezse, kimseye yer açılmıyor.
Kimse eksilmezse, kimse gerçek yüzünü göstermiyor.
Kimse gitmezse, kimse gelmiyor.
Gidenler, içimizde ölenler…
Hepsi birer hayat dersi.
Belki de biz, onların boşalttığı yere biraz daha kendimizi koymalıyız.
Çünkü en büyük ihanet, başkasından gördüğümüz değil; kendimize verdiğimiz değeri unuttuğumuz an başlıyor.
Ve sonunda insan şunu kabulleniyor:
Bazıları içimizde yaşasın diye değil, içimizden bir daha yaşamasın diye gönderilmiş…
Durmadan ölüyor içimizde insan bildiklerimiz…
Ama kalbimizde hâlâ hayatta kalmaya direnen, sadece iyilikle büyüyen bir yan var.
İşte o yan, bütün bu ölümlere rağmen hâlâ hayata tutunuyor.
