

OSMAN ÇAKIR
12 Aralık 2025
Gecenin en sükûnetli anında, başımızı yastığa koyduğumuzda zihnimizde dönüp duran o yakıcı soru var ya… İşte o soru, bütün varoluşsal sancımızın özeti:
Biz, yalan bir dünyada mı yaşıyoruz, yoksa yavaş yavaş bizi tüketen-yakan dünyada mı?
Her iki ihtimal de aynı derecede ürkütücü, aynı derecede gerçek.
Biri, üzerimize serilen aldatmacanın ince tülü; diğeri ise, kendi ellerimizle tutuşturduğumuz vicdan ateşinin kavurucu alevi.
İnsanoğlu, var olduğundan beri eksikler ve fazlalar toplamı.
Kusurlarımız, parmak izimiz kadar bize özgü. Eksiğimiz, bilgeliğin kapısında duran bir öğrencinin bitmeyen açlığı gibi; hatamız ise yolun dikkatsizce yürünmesinden kaynaklanan basit bir sendeleme belki.
Ama bir de işin “günah” kısmı var ki, işte orası dipsiz bir kuyu.
O kuyuya her baktığımızda, yalnızca kendi yüzümüzü değil; kırdığımız kalplerin, zedelediğimiz güvenlerin yansımasını da görüyoruz.
Kırılan Bardaklar ve Devrilen Çamlar
Keşke her şey sadece maddi hasarla sınırlı kalsaydı.
Kırdığımız yalnızca bardaklar olsaydı, “Kaza işte,” der, yenisini alırdık. Zararın telafisi kolay olurdu. Oysa bizim sicilimizdeki hasar çok daha derin.
Biz, devirdiğimiz çamların ta kendisiyiz. O çamlar, özenle kurulmuş hayallerdi; masumiyetin son sığınağıydı; en yakınlarımızın bize duyduğu sarsılmaz inançtı.
O koca çam devrildiğinde çıkan ses, yalnızca ağacın yere çarpma sesi değildir; o, bir güvenin çatlama sesi, bir kalbin kırılma uğultusudur. Ve o çamın altında kalan, en çok da bizim vicdanımızdır.
En acısı da, devirdiğimiz o çamı ne yeniden köklendirebiliriz ne de giden zamanı geri getirebiliriz.
Geriye yalnızca kuru bir özür kalır; telafisi mümkün olmayan bir boşluğun kenarında fısıldanan çaresiz bir kelime.
“Bağışla Bizi…”
Şimdi, omuzlarımızda bu koca çamların yükü; dilimizde ise düğümlenmiş bir af dileğiyle duruyoruz.
“Bağışla bizi” diyebilir miyiz? Dilimiz varır mı buna? Bu, basit bir ricadan çok, bir ruhun en derin itirafıdır.
Bu söz, yalnızca bir özür değil; aynı zamanda “Ben kusurluyum, gücüm yetmedi, insan olmanın zaaflarına yenik düştüm” demektir.
Bu itiraf, büyük bir cesaret ister. Çünkü bağışlanmayı istemek, en başta kendi kusurunu kabul etmeyi gerektirir.
Ne yazık ki insanoğlu, kendi kusurunu kabul etme konusunda dünyanın en korkak varlığıdır.
Kolaya kaçarız; suçu zamana, koşullara, hatta kaderin kendisine yükleriz.
Hâlbuki o büyülü kelimeyi, “Affet bizi” demeyi başarabilsek, belki o yakan dünya bir nebze olsun serinler.
Affetmek, karşı tarafa ait bir eylem olsa da; affedilmeyi istemek, eylemin ilk ve en zor adımıdır.
Bu, evrene bir çağrıdır: “Hatırlıyorum, pişmanım, değişmeye hazırım.”
Özetle;
Belki yalan dünyada yaşıyoruzdur; herkesin birbirine roller biçtiği, maskeler taktığı, gerçeğin flu bir görüntüden ibaret olduğu bir yerde.
Belki de yakan dünyadayızdır; kendi hatalarımızın közünde piştiğimiz, her nefeste vicdanımızın dumanını soluduğumuz bir cehennemde.
Hangi dünyanın misafiri olduğumuzu bilemiyoruz, evet. Ama tek bir gerçeği biliyoruz: Kurtuluş dışarıdan gelmeyecek.
Kırılan bardaklar, devrilen çamlar… Bunlar yalnızca birer sonuç.
Sebep, içimizdeki o bitmeyen kibir, o dizginlenemeyen hırs.
Eğer o “Bağışla bizi” fısıltısını dürüstçe dudaklarımızdan dökebilirsek, eğer o affı yalnızca bir beklenti değil, bir vaat olarak sunabilirsek — bir daha yapmama, daha iyi olma vaadi olarak — işte o zaman hem yalan hem de yakan dünya, yerini “umut dünyasına” bırakmaya başlar.
Affedilmeyi istemek, hayatı yeniden yeşertecek tohumu avucumuzda tutmaktır.
O tohumu, enkazın üzerine cesaretle ekebilir miyiz? Bilemiyorum.
İşte, hepimizin cevabını aradığı tek soru budur.
