İnönü Stadı yıkılıyor dediler. Son bir kez göreyim dedim. Zira o stat sadece Beşiktaş'ın değil; Fenerbahçe'nin Galatasaray'ın ve Türk Futbolunun stadı idi. Orada bir tarih yatıyordu ve o tarih yok oluyordu.
Kimler geldi kimler geçti o stattan. Galatasaray'ın ve Türk Futbolunun en büyük golcüsü rahmetli Metin Oktay, Berlin Panteri Turgay Şeren, İsfendiyar, Metin Kurt, Çilli Mehmet (adına şarkılar bestelenmişti) Yasin ve Gökmen Özdenak Kardeşler, futbolun ordinaryüs profesörü Fenerbahçeli Lefter, kıvrak çalımları ile Can Bartu, Efsane libero Alparslan, Selim Soydan, Cemil Turan, Beşiktaşlı Sabri Dino, Yusuf Tunaoğlu, Vedat Okyar, Kaya Köstepen ve daha niceleri" Metin, Ali, Feyyaz, Gökhan, Rıza ise bize göre daha çok yeni.
Galatasaray'ın efsane futbolcusu Baba Gündüz'ü (Gündüz Kılıç) futbolculuk döneminde seyredemedim. Ama daha sonra Beşiktaş'a teknik direktör olarak gelmişti. İlerlemiş yaşına rağmen bozulmayan mükemmel fiziğiyle çıkış tünelinden sahaya girişi bir başkaydı. Siyah beyaz eşofmanla duruşu zihnimde hala canlılığını koruyor.
Maçka'dan Dolmabahçe'ye doğru inerken iş makinelerinin yeni açık tribününün duvarlarını acımasızca kırdığını gördüm. İş makinesinin her darbesinde bir parça kopuyordu. Sanki darbeler duvarlara değil benim yüreğime iniyordu. Kopan her parça yüreğimden bir şeyler alıp götürüyordu. Maçka da, Dolmabahçe de, yarım asırlık hatıralarımın geçtiği yerler yavaş yavaş kaybolup gidiyordu. İçim burkuldu, gözlerim doldu. Bu sadece futbol sevgisi değildi. Birçok hatıramın canlanmasıydı.
Beşiktaşlı bir aileden geliyorum. Beşiktaş sevgisiyle büyüdüm. 5-6 yaşlarında maça gidemiyordum. Küçük olduğum için izin verilmiyordu. Bu yüzden annem Beşiktaş maçı olduğu zaman beni Maçka'ya götürür, resimde gördüğünüz yerin biraz daha üstünde stadı ve coşkulu Beşiktaş taraftarını seyrederdim. Annem de anne sıcaklığıyla beni seyrederdi. Bir de çıtır çıtır İstanbul simidi alıverirdi. O atmosfer bile bana yetiyordu. Geçen gün gittiğimde yanımda lacivert mantolu, aynı rengi tamamlayan başörtülü annem yoktu. Yavaş yavaş tarihi yapının görüntüsü de tıpkı annem gibi yok olup gidiyordu. Yüksekten stada bakarken Yahya Kemal Beyatlı'nın;
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul!
Satırları aklıma geldi. İnönü Stadı birçok kişinin olduğu gibi benim de gönlümde taht kurmuştu.
Beşiktaşlılığım aileden gelme dedim. Çocukluğumun ve gençliğimin bir kısmı İnönü Stadı, şimdi Çırağan Otelinin bulunduğu Şeref Stadı ve Akaretler'deki Beşiktaş Kulüp binasında geçti. Beşiktaş Kulübü'nde ne işin var derseniz; Kulübün görevlisi Boyabatlı Ahmet Çankırılı Bey (lakabı Bıdımık Ahmet) ve eşi rahmetli Ayakkabıcı Yusuf Amcanın kız kardeşi Zehra Hanım'dı (Akilenin Zehra Hanım), sık sık onları ziyarete giderdik. Her gittiğimde yöneticilerle sohbet eder, Kulüp müzesindeki kupaları ve resimleri zevkle seyrederdim.
Biraz daha büyüyünce Şeref Stadına, Beşiktaş'ın antrenmanlarını seyretmeye ve İnönü'deki maçlarına gitmeye başladım. Paramız varsa kapalı tribüne D kapısından girip üst katta yerimizi alırdık. Eğer paramız az ise eski açığa giderdik. Eski açık öğrenci bileti yarı fiyatınaydı. 5 liraya, iki büyük takımın maçını peş peşe seyrederdik. O zaman tek stat olduğu için bütün maçlar eski adı ile Mithatpaşa Stadı'nda oynanırdı. Galatasaray ya da Fenerbahçe bir takımla oynar, peşinden Beşiktaş başka takımla oynardı. Kısaca şanslıydık. O yüzden her takımdan birçok yıldızı seyretme imkânımız olurdu. Hele yağmurlu bir günde ağabeyim ile birlikte gittiğimiz Altay maçı o kadar kalabalıktı ki, maçta şemsiyemiz olmasına rağmen şemsiyemizi açamamış, sırılsıklam olmuştuk. Maçtan sonra iyi ki şemsiyemizi almışız diye epeyce gülmüştük. O gün Beşiktaş Altay'ı 2-1, Galatasaray İstanbulspor' u 2-0 yenmişti. Metin Oktay'ın attığı bir kafa golü hala gözümün önünde. Sanki topa kafasıyla değil ayağından çıkan müthiş şutlarından birisi ile vurdu. O golü seyretmek için neler verilmez ki" Islanmıştık ama değmişti.
Ahmet Çankırılı Amca bizi Beşiktaşlı olduğumuz için ayrıca severdi. Kulüp görevinin yanında aynı zamanda İnönü Stadı'nın çay ocağını da çalıştırıyordu. Zaman zaman bize haber gönderip, maçlara çağırırdı. Eskiden sporcu girişi eski açığın altındaydı. Maçtan yaklaşık 2-3 saat önce sporcu girişinden bizi içeri alır, soyunma odalarının koridorunun bulunduğu çay ocağında çayımızı içirir ve oradan kapalı tribüne çıkarırdı. Soyunma odalarının havasını teneffüs etmek ayrı bir zevkti. O yaşlarda soyunma odasına girmek dünyalara bedeldi. İnanın Beyaz Saray'a gir deseler girmez, soyunma odalarını tercih ederdim.
İki büyük takımın taraftarı stadı ikiye böler, araya sadece bir ya da iki sıra polis oturur, kimse kimseye saldırmazdı. Kapı girişlerinde polis arama bile yapmazdı. Sadece sırayı bozanlara müdahale ederdi. Biber gazı da yoktu. Maça gidene parfüm sıkar gibi biber gazı sıkılmazdı. Sahaya ne telefon (bırakın cep telefonunu sabit telefonu bile evlerde bulamıyorduk) ne ayakkabı ne pet şişe (pet şişe daha çıkmamıştı) ne de bozuk para atılırdı. Gerçi bozuk parayı zor bulurduk. Nereye atıyorsun? Sonra bir hafta meteliksiz gezersin. Nerede öyle bol para! Ancak maç bitiminde mevsim meyvelerinin atıldığı olurdu. Beşiktaş'tan Altay'a giden kaleci Varol Ürkmez'e bol miktarda elma ve ayva atılırdı. Her Beşiktaş maçında harika kurtarışlar yapar, yaptığı hareketlerle de seyirciyi çileden çıkarırdı. Maçtan sonra atılan elma ve ayvalardan birini havada yakalar, ısırır tekrar seyirciye atar, böylece taraftarı iyice çileden çıkarırdı.
Halı gibi çim saha da yoktu. Yağmur yağınca saha balçık gibi olur. Futbolcular çamurdan tanınmaz hale gelirdi.
Küfür var mıydı? Bu sorunu cevabını merak ediyorsunuz değil mi? Evet, yarım asırdır futbol seyrediyorum ama maalesef küfür hep vardı. Hem de her çeşidiyle. İnanın besteler yapılırdı. Hiç unutmam milli takımımız İstanbulspor ile bir hazırlık maçı yapıyordu. Sadece kapalı tribün ile numaralı tribüne seyirci alınmıştı. Maçın sonuna doğru sataşacak kimse bulunmayınca önce numaralı kapalıya, karşılığında kapalı numaralıya küfür etmeye başladı. Artık diğer maçları siz düşünün. Küfür bir çok insanımızın yapısında var herhalde!
İnsanlar vefasız, futbol nankör, günü yaşıyoruz, dünü hiç saymıyoruz. Bir siyasi liderin dediği gibi ‘dün dündür, bugün bugündür ‘ diyor geçiyoruz. Hangi Galatasaray maçıydı hatırlamıyorum. Cimboma şampiyonluklar kazandırmış, adını Türk futboluna altın harflerle yazdırmış büyük golcü Metin Oktay'ın son yıllarıydı. Artık eskisi gibi her vurduğu top gol olmuyordu. Kurşun gibi şutları ile ağları delen yıllarını geride bırakmıştı. İşte o maçta iyi oynamayan Metin Oktay'a kendi seyircisinin ‘Metin müzeye ‘ diye bağırmaları bir futbolsever olarak içimi sızlatmıştı.
Yine aynı tribünden yıllar sonra Beşiktaş seyircisinin efsane başkan Süleyman Seba'ya "Ahmet Dursun Seba gitsin" diye bağırmalarını unutamıyorum. Sanki yeni açığı suçlamış gibi oldum. Hayır, suçlu o taştan yapı değil, biziz! Bizi yıllarca sırtında taşıyanları işimize gelmeyince, bir çırpıda silip atıveriyoruz. Öyle ya, gün bugündür. Geçmiş geride kaldı. Dönüver sırtını olsun bitsin.
İşte İnönü Stadı ( Mithatpaşa – Dolmabahçe) ile hatıralarımın bir kısmını sizlerle paylaştım. Güle güle İnönü Stadı demeye gittim.
Eski açıkta başlayan siyah!
Numaralıda beyaz!
Yeni açıkta En Büyük!
Kapalıda sona eren BEŞİKTAŞ!
Sloganlarının atıldığı, en büyük diye haykıran tribünün yok olmaya başladığını gördüm. Hüzünlendim, duygulandım. Ama o statta Galatasaray'ın, Fenerbahçe'nin, Beşiktaş'ın efsane futbolcularını seyrettim. Televizyonların olmadığı birçok insanın sadece gazetelerde resimlerini gördüğü, efsane futbolcuları canlı seyrettiğim için yine de mutluyum.
Güle Güle İnönü!
Yeni çehrende yeni yıldızlarla buluşabilmek ümidiyle"