Kendi yakınınız olmasa bile, hele hele kendi kızınız, bacınız olduğu zaman durum daha da farklı olur. Bir kazadan, bir kötü durumdan kurtulduğu zaman sevinirsiniz. Sevinmeyen olmaz. Aksi durumda da üzülmeyen olmaz.
Bundan bir yıl kadar önce yaşanan elim bir olayda bir kızımızı kaybettik. Yedi kat yabancı olan köylülerimiz bile üzüldü.
Tarihte yaşanan bir olayı anlatacağım. Olay üç yıl süren, 11 Ekim 1922 de sona eren Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanmış.
15 Mayıs 1919 Izmir işgalinden sonra Anadolu içlerine kadar ilerleyen, bu esnada bir Türk köyünü işgal eden Yunan askeri bir kızımıza sarkıntılık eder. Kız kaçıp evine girer ve kapıyı kilitler. Yunan subayının izni ile kızın kapıyı açması için asker evi ateşe verir. Fakat kız çıkmaz ve yanarak şehit olur.
Bu ve buna benzer kötü koşullardan kurtulduğumuz, yok olmak üzereyken Türkiye Cumhuriyetini kurduğumuz için kutladığımız milli günlerimiz var. O günler bizim milli bayramlarımızdır. 19 Mayıs da bunlardan biridir. Buda Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramıdır. Bu yıl cuma gününe denk geldi. Bayram ile ilgili bir kelime edilmedi.
Başta keşke Yunan kazansaydı diyenlere, Atatürk'e hakaret edenlere, camilerimizi siyaset meydanına çevirenlere soruyorum. O günleri milli bayramımız diye ilan edemeseydik, şimdi kutlayamasaydık, dini bayramlarımızı nasıl kutlardık?
Bu iktidar milli bayramlarımızı unutturma çabası içinde. Bu çabada 2011 yıllarında başladığı kanısındayım. Milli bayramlarda genelde hasta oluyorlar. Anıt kabire gitmiyorlar. Atatürk ve milli bayramlarımızı unutturmaya çalışıyorlar. Mustafa Kemal Atatürk ile sorununuz ne?
Tamda 19 Mayıs günü gençlik ile ilgili hutbe okundu ama Atatürk ve silah arkadaşları hakkında bir kelime edilmedi. Aynı cami, çok değil bir hafta önce seçim mitingine çevrilmişti.
Bu memleketti kurtaran, Türkiye Cumhuriyetini kuran, Türk milletine ebedi hürriyeti sağlayan, Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurduktan dört ay sonrada Diyanet işleri başkanlığını kurmuş. Atatürk'e dinsiz diyenler olsa olsa dincilerdir. Dindar olamazlar.
Bu satırlardan itibaren duayen bir gazetecinin bundan 8 yıl kadar önce Atatürk ile yazmış olduğu köşe yazısını özetleyerek devam edeceğim.
Atatürk, 30 Ekim 1923 de, Cumhuriyetin ilanından birgün sonra Inönü'ye bir mektup yazar.
"Sevgili Paşam! Cumhuriyet'in ilk başbakanı olararak seni düşünüyorum. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Bize, borçlu ve hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz...
Dört mevsim kullanılabilir karakollarımız yok denecek kadar az. 4.000 kilometre kadar demir yolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz...
Köylümüzü topraktandırmalı, ihtiyacı olana bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız...
Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor..."
Atatürk, Cumhuriyeti kurduktan birgün sonra Inönü'ye yazdığı mektubuna devam ediyor.
"Telefon, motor, makina yok. Sanayi ürünlerini dışardan alıyoruz. Kiremiti bile ital ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve Izmir'in bazı semtlerinde var...
Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi nerdeyse yeniden kurmamız gerekiyor.
Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. Iktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var...
Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı...
Cumhuriyete uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney...
Mektup şu cümle ile bitiyor. Allah yardımcımız olsun!"
Gerçekleri görmeyenlerin de görmesi ve Atatürk düşmanlarının yalan yanlış anlattığı ile yetinmeyip gerçekleri görmeleri dileği ile...
Mustafa Gürleyen (23.05.2023)