Batının aydınlanma devrimini (Rönesanslarını) biz ancak Atatürk devrimleriyle 1923’te yakaladık. Aradaki fark zaman farkının ötesinde bir anlam taşıyor. Hala o günkü aydınlanma ruhuna ayak uyduramayanların torunları rövanş peşinde koşuyorlar.
Şimdi Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına giriyoruz.
En son yapılan nüfus tespitine göre 85,3 milyon vatandaşımızın 31,8 milyonu 0-24 yaşları arasındadır. Başka bir ifadeyle nüfusumuzun yüzde 37,3’ü eğitim çağ nüfusu içerisindedir. Ancak bu yüzde 37,3’lük kesimin tümünün eğitim olanaklarından yararlanamamakta olduğu da bilinen bir gerçektir.
Ayrıca nüfusumuzun gittikçe yaşlandığını da görüyoruz. 1990’lı yıllarda 20’li yaşlarda olan ortanca yaş skalası 2022 yılında 33,5’e yükselmiştir. Nüfus projeksiyonlarına göre 2050 yılında nüfusumuzun ortanca yaşı 42,9, 2075 yılında ise 47,4 olarak öngörülmektedir. Doğurganlık ve ölümlülük hızlarındaki azalmaya bağlı olarak, yaşlı nüfusun arttığı ve ortanca yaşın yükseldiği görülmektedir.
Gelecek için nüfusumuzun yaşlanması bir karamsarlık gibi görünse de halen en genç nüfusa sahip ülkeler kategorisinde bulunmaktayız. Üyesi olmayı istediğimiz Avrupa Birliği ülkelerinde ortanca yaş 44,2’dir. Nüfusumuzun bu denli çok ve genç oluşu büyük avantajları da beraberinde getirmektedir. Ancak doğrultu tutarlılığı olmadığında da bu nüfus kitlesi dezavantaj oluşturabilir. Temel sorun bu nüfusa nasıl, ne şekilde ve ne için eğitim sunacağımızdır.
Bulunduğumuz coğrafyada genç sayılabilecek bir nüfusa sahibiz. Ancak yıllardır ülkemiz orta gelir bandında sıkışıp bir sıçrama yapabilme durumunda değildir. Ortalama 9000 dolar kişi başına gelir ve üretemeyen bir ekonomiye sahibiz. Üreten bir ekonomi, nüfusun eğitimi ve verimliliğiyle olur. Bu basit döngüyü 2. Dünya savaşı sonu Almanya, Japonya ve 1980’li yıllar sonrası Güney Kore örneklerinde gördük ve yaşadık. Eğitim sistemini uzun erimli düşünüp bir eğitim-üretim-istihdam örüntüsünü planlayamayan ülkelerin kısır bir ekonomik döngüye, kırılgan bir ekonomiye ve de hukukun egemen olmadığı bir yapıya evrildiğini görebiliyoruz.
Bugün nüfusumuzun ortanca yaşında olan bireyleri incelediğimizde: 2003 yılında ilköğretimden ortaöğretime geçen o zamanki adıyla OKS olan sınava giren öğrenciler 33 yaşında, o yıl yükseköğretim (ÖSS) sınavlarına giren öğrenciler bugün 37 yaşındadırlar. Bu öğrenciler için o gün ve sonrasında nitelikli bir eğitim sistemi ile mi yetişmiş ve çalışma yaşamına başlamışlardır diyebilir miyiz? Yoksa sürekli değişen eğitim sistemi ve politikalarının gazabına uğramış olarak açıkçası niteliksiz olarak hayata başlamışlardır? Galiba toplumun büyük çoğunluğu bu soruya ikinci seçenek olarak yanıt verecektir. Peki bugünkü ortanca yaş ve altında 2003 yılından beri daha kaotik bir yapıda hatta daha ideolojik olarak tasarlanan bir yapıda yetişen ve yetişmekte olan çocuklarımız nitelikli yetişiyor mu? Bu soruya da genelde ‘hayır’ yanıtı alınacaktır. Yani bu bağlamda bu yapı devam ettiği ve nitelikli bir eğitim arzı sunulmadığı bir süreçte ülkemizin gelecek 10 yılları da kayıp yıllar olacaktır.
Sunacağımız eğitimin ne şekilde olacağının kabul görmesi temel başlangıç noktasıdır. Çünkü eğitim kendi kendisini üreten ve tüketen bir bilimdir. Birden çok uzmanlık alanlarıyla insanlığa hizmet sunan eğitim bilimlerinden en çok yararlanan toplumlar kalkınma sürecinde diğer toplumlarla arayı açanlardır.
Gelecek yüzyılda yetiştireceğimiz ve planlayacağımız eğitim sistemini ve öğrencilerimizi yeni bir modelle ya da yeni bir bakış açısıyla yeni baştan ele alarak kurgulamak en büyük yanlış olacaktır. Özellikle son 21 yıldır yapılan eğitim reformları eğitimi deforme etmekten başka bir işe yaramamıştır. Siyasal iktidarın ilk yüzyılda yapılan devrimlerle kurgulanan eğitim sisteminden rahatsız olduğu görülen ve bilinen bir gerçekliktir.
Teknolojinin gelişimiyle artık salt klasik öğretim yöntemleri uygulanamıyorsa eğitim sistemimiz de içe kapanık halde sürdürmeyeceğimizde bir gerçekliktir. Her eğitim sistemi yetiştireceği öğrencilerin erdem sahibi, ahlaklı, iyi insan, iyi yurttaş olmasını ister.
Victor Hugo “Tanrı, hiçbir çocuğu kötü olsun diye yaratmaz. Onu kötü yapan, kötü eğitimdir. Kötü anne-baba, kötü çevre, kötü yönetim balçık gibidir; zavallı yavruları da çekip yutar” derken yaratılıştan gelen yetileri de, fırsatları da kötü bir sistemin nasıl öğüteceğini anlatmıştır.
Politika farklılığı eğitime bakıştan çok ülkelerin yönetsel durumuyla orantılıdır. Eğitimin işlevlerinden birisi de devletin bekasını sağlayacak insan yetiştirmektir. Bu bakış açısı ilk yüzyılda çok egemen olmuştur. Eğitimin planlanarak büyümesi ve nitelikli insangücü yetiştirilmesi ana amaç olarak görülmüş ve buna göre politikalar geliştirilmiştir.
Önemli olan ülkenizin ve ulusunuzun belirlenen bir hedefte birlikte yürümesidir. Ülke olarak bu konuda en şanslı toplumlardan biriyiz. Lloyd George “Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip oldu. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelirdi?” söyleminde olduğu gibi kurucumuzun tutarlı ve sağlam bir alt yapı kurma anlayışı bizi şanslı kılıyor.
Batının aydınlanma devrimini (Rönesanslarını) biz ancak Atatürk devrimleriyle 1923’te yakaladık. Aradaki fark zaman farkının ötesinde bir anlam taşıyor. Hala o günkü aydınlanma ruhuna ayak uyduramayanların torunları rövanş peşinde koşuyorlar. Batının aydınlanma süreci de kanlı ve acılarla dolu oldu. Galileo, “Siz istemeseniz de dünya dönecek” dedi diye giyotinle cezalandırıldı.